Mektup 2025

Ören, 11 Ekim 2025

Sevgili Babam,

Gene bir 11 Ekim geldi. Zaman nasıl geçiyor? Bu yaz nasıl geçti, hiç anlamadım. Herkes aynı düşüncede. Temmuz aşırı sıcaklarla, Ağustos da deli poyrazlarla geçti. Bir de arka arkaya aldığım ölüm haberleri, tuz biber ekti. Nedense, bu ölümlerin bazıları beni derin düşüncelere itti. Sonuçta bu mektup ölüm yıl dönümünde sana yazdığım bir iç döküş…

İki yaz önceydi sanıyorum, Ören’de belediyenin düzenlediği ücretsiz halk konserlerinde Melek Mosso’yu dinlemeye gittik. Arkadaşım Lale’nin yakınlardaki bir tatil sitesinden de arkadaşları geldi. Hep birlikte sandalyelerimizi açtık oturduk, konseri izliyoruz. O arada Lale beni arkadaşlarıyla tanıştırırken kim olduğumu da söyledi. Sağ olsunlar, hepsi seni tanıyormuş ama içlerinden biri çok sevindi, çok heyecanlandı. “Kendisiyle tanışmayı çok istiyordum, kısmet olmadı. Kızıyla tanışıyorum.” dedi, döndü bir daha sarıldı. Ben de böyle anlarda çok mahcup oluyorum, utanıyorum. Neyse hep birlikte konseri dinledik, aralarda sohbet ettik. Ayrılırken, “Tekrar görüşelim. Mutlaka görüşelim” dilekleriyle vedalaştık. Bu sitede oturanlar belli aralıklarla bir araya gelirler, bir konu belirleyip sohbet ederlermiş. Bazen de bu sohbetler bir konuk eşliğinde olurmuş. Bunu anlattılar, “Acaba kabul eder miydim? Çağırsalar gider miydim?”

Aradan bir süre geçti. Köy Enstitülerini ve seni anlatmak üzere bir çağrı aldım. Lale ile birlikte gittik. Uzun bir masa hazırlamışlar. Hepsi önceden hazırlanmış. İkimiz ve Köy Enstitüleri hakkında o kadar güzel sorular sordular, o kadar güzel dinlediler ki. Şimdiye kadar katıldığım toplantılar arasında en çok tat aldıklarımdan, tadına doyamadıklarımdan. Toplantıyı düzenleyen de, tanıştığımızda heyecanlanan o hanımmış, Betül Hanım. “Ben ağırlamak istiyorum.” demiş.

Sonra bu yaz başı Ören’de buluştuğumuzda Lale, “Işık, biliyor musun, Betül Hanım vefat etmiş!” dedi. İnanamadım, iki kez gördüğüm biri için nasıl derinden bir “Ahh!” dedim. Nasıl üzüldüm, nasıl yandım… Bu yaz duyduğum ilk ölüm haberi, beni çok etkileyen Betül Hanım’ın haberiydi.

Okumaya devam et

Doğum Günü Pastası

Doğum günü kutlamaları yaşamımıza çok geç girdi. Kimselere haber vermeden, kendi aramızda kutlardık. Annem sevdiğimiz yemekleri yapardı. Güzel bir sofra hazırlardı. Evin dışında duyurmamızı istemezdi. “Şimdi hediye bekler gibi olur. Ayıp olur!” derdi. Annemin doğum gününü, hele babamın doğum gününü hiç bilmezdik.

Sonra Almanya’ya gittiler. Birden bire, babamın bir doğum günü oldu. Bizim bildiğimiz doğum günü “Arpalar yolunurken doğmuşum!” idi. Ama doldurmak zorunda olduğu formlarda doğum tarihini boş bırakınca bilgisayar otomatik, 1 Ocak diye tarih atıyormuş. Hemen itiraz etmiş, “Arpalar kışın yolunmaz ki!” Elin Alman’ı ne bilsin, bilir de forma nasıl yazsın, tarih gerek. O zaman ikinci şık, 15 Haziran. Kabul edilebilir bir tarih. Alman bürokrasisi ona bir doğum günü yaratmıştı. Hem şaşırdık, hem de çok sevindik. Kutlanacak bir şey çıktı, ne güzel. Annemin doğum günü de öyle. Aslında nüfus cüzdanında yazıyordu. Ama benim doğum günüm de şu gün diye ondan hiç duymadım. Oysa bizim her kutlamamızda ona sorardım, “Bilmem ki, ne bileyim?” derdi. Sonra onun doğum gününü de kutlar olduk. “Aman canım, ne gerek var şimdi” dese de, çok hoşuna giderdi, biliyorum.

60. doğum günü Duisburg’ta çok güzel bir törenle kutlanmıştı. Biz Türkiye’de, o Almanya’da. Olmadı, gidemedim. İçimde kaldı demek, 70. yaşında sürpriz bir doğum günü partisi düzenledik. Bir iki eş dost, bizler, bizim evde. O sene resimli pastalar yeni moda olmuştu. Kimin doğum günüyse pastaya onun resmi basılıyordu. Benim de aklıma kitaplardan birinin kapağını koymak geldi. En güzeli hangisi? Büyük ölçüde tanınmasına etkisi olan, Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldığı Yılanların Öcü. Hem de ilk baskısı.

Okumaya devam et

Mektup 2024

İstanbul, 11 Ekim 2024

Ah benim babam,

Çok garip şeyler oluyor. Buraları artık iyice yaşanmaz hale geldi. Valla açık söyleyeyim, bazen senin için, “İyi ki bugünleri görmedi, erkenden toparlandı gitti!” diyorum. Diyorum da…

Bundan yaklaşık 40-45 gün önce Diyarbakır’ın bir köyünde, köy dediysek öyle dağ başı değil, kent merkezine 5 dakika uzaklıkta bir köyde 8 yaşında güzeller güzeli bir kız çocuğu kayboldu. Günlerce arandı, neredeyse bütün köy gözaltına alındı. Köy muhtarı olan amca büyük şüpheli. Türlü varsayımlar ortaya atıldı. Günler sonra bir itirafçı ortaya çıktı, onun anlattıklarıyla Narin’in ölü demeye dilim varmıyor, bedeni bir çuval içinde bulundu. Ardından birkaç kişi daha gözaltına alındı. Ancak Narin neden öldürüldü, kim öldürdü, bu kadar gün geçti, hâlâ bilmiyoruz. Olayı bir gazeteci açığa çıkardı. Yoksa Narin’in de üzeri daha önce kaybolan çocuklar gibi örtülecekti. Sonra o gazeteci, Ferit Demir, sürekli tehditler almaya başladı.

Narin olayı yaşanırken aklıma senin “Tırpan” adlı romanın geldi. Ne garip değil mi? Bu olayın tam tersine romanda, Dürü’nün köyün yaşlı zengini Kabak Musdu’ya ikinci eş olmasına karşı çıkmak, ona yardım etmek için bütün köy birleşiyordu. Kızlar küçük yaşta yaşlı erkeklerle evlenmemek için çareyi kendilerini asmakta buluyorlardı. Köyün yaşlı bilgesi Uluguş, köyün genç kızlarını toparlayıp önde kayıp Tırpan’ı ararmış gibi yapıp arkada Dürü’yü evden eve kaçırarak evliliği engellemeye çalışmıştı. Bir yanda adına kurgu desek de köyün kadınlarının birleşerek bir genç kızın yaşamını kurtarma çabaları, diğer yanda küçücük bir kızın nedenini hâlâ bilemediğimiz ölümü. Bütün köy ölümü örtmek için birleşti. Muhtar amca baş şüpheli. Bu olay aydınlandığı zaman kimler neleri saklamaya çalışmış daha iyi anlayacağız.

Okumaya devam et

Tablo

1999 yılı Ekim ayının ilk günü. Artık işlerin kötüye gidip geri dönüşün olmadığını anladığımızda babamızı son kez görmek istedik. Doktorları Alman Konsolosluğu’na hitaben, içinde “İnsani gerekçeler, evlatlarıyla son kez görüşme” gibi açıklamalar olan bir rapor yazdılar. Rapor elimize geçer geçmez kız kardeşim Sönmez’le birlikte hemen konsolosluğa gittik. Neredeyse yarım saat içinde vizemiz hazırdı. Ertesi gün sabah uçağıyla yolboyu “Allah’ım inşallah yetişiriz. Onunla konuşabiliriz.” diye dua ede ede Almanya’ya gittik. Babamın arkadaşları bizi havaalanından aldılar, doğrudan hastaneye babamın yanına gittik.

Karşısında bizi görünce, “Oooo Muzaffer Hanım, hemen telefon zinciri kurulmuş. ‘Babanız çok hasta, yetişin!’ denmiş. Siz de koştunuz geldiniz tabii!” dedi, anneme sitem etti. Ne yalan söyleyeyim, babamın bu sitemine çok sevindim. “Demek iyi ki, bu kadar ayrıntılı düşünüyor.” dedim. Sarıldık, öpüştük. Ayrılalı çok olmamıştı, Ağustos sonu İstanbul’dan yolcu etmiştik. Biraz sohbet ettik, sonra uyudu.

Uyanınca beni yanına çağırdı. “Kara Kızım, şu duvardaki resmi düzelt! Çarpık duruyor.” dedi. Karşısında boş bir duvar vardı, şaşırdım. “Orada resim mi var?” dedim. “Görmüyor musun? Kim dokunduysa eğriltmiş!” dedi. İçimden “Eyvah eyvah, durum kötü galiba diye geçirip, “Peki!” dedim. “Eline sağlık, şimdi oldu!” dedi. Biz bir süre o duvarı sözde düzenledik. Resmi tekrar tekrar düzelttim, sonra o resmi kaldırdım, kütüphaneyi oraya taşıdım, kitapları yerleştirdim, kitaplar arttı, arttı diye biraz eksilttim, boşalan rafların hesabını verdim… Sonunda yoruldu herhalde, “Işık, bu kütüphaneyi buradan kaldıralım çok kalabalık!” dedi, kaldırdık. Sonra gene uyudu.

Uyandı, beni gördü, “Hah iyi, buradasın.” dedi. Sohbete başladık. “Işık, buraya Türk-Yunan dostluğunun resmini asacağız.” dedi. “Haydaa, o nereden çıktı?” dedim. Başladı resmi anlatmaya:

“Bak şimdi, karşılıklı iki tepe var. O tepelerde biri yuvarlak, diğeri uzun iki ağaç var. Bu ağaçların üzerinden birbirine doğru havalanan kuş sürüleri…” “Eee!” dedim. “Bu kuş sürüleri yukarıda bir yerde buluşacaklar. İşte, işte sana Türk-Yunan dostluğu!”

Okumaya devam et

Kadın Olmak

7 Ekim 2023

Sevgili Babam,

Gene ekim geldi, gene hüzün. Sanki bu yıl hava daha da ağır. Her yıl bir öncekinden zor geçiyor. Okulların açılmasıyla çoğu yazlıkçı evine döndü. Önümüzdeki park bile bomboş. Yazın gece yarılarına kadar çocuk sesi olurdu, herkes şikayet ederdi; şimdi çıt yok. Yakında ben de kapatıp gideceğim seneye kadar. Bakalım nasıl bir kış olacak?

Yazdım yazdım sildim, yazdım yazdım sildim. Anlatacak o kadar çok şey var ki. Tonguç’la telefonla konuşurken de yapıyorum, her şeyi birden anlatmaya başlıyorum. Haliyle anlaşılmıyor, “Dur bi Işık, azıcık yavaş!” diyor, öyle işte…

Okumaya devam et

Mektup 2023

İstanbul, 15 Haziran 2023

Sevgili Babam,

Geçenlerde senin Almanca çalıştığın bir defterini buldum. Sanırım ödev defterindi. Kartlar, mektuplar yazmışsın. Öğretmenin de düzeltmiş. O defteri görünce aklıma geldi, epeydir yazmadım, ben de sana doğum günü mektubu yazayım dedim.

Aslında çok sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Dört ay kadar önce 6 Şubat sabah korkunç bir haberle uyandık. Maraş merkezli, 11 şehri etkileyen çok büyük bir deprem oldu. Hatay, Adıyaman, Maraş şehirler köyler yerle bir oldu. 99 depremini hatırlarsın, ona da 7.7 şiddetinde demişlerdi. Buna da öyle dediler. İlk deprem sabaha karşı 4’te oldu, sonra öğle saatlerinde aynı şiddette bir deprem daha. Okullar, hastaneler, evler yıkıldı, yollar, köprüler çöktü. İnsanlar enkazların başında, yakınlarını kurtarmak için günlerce bekledi. Her şey alt üst oldu. Tüm Türkiye depremi bölgesi kadar etkilendi, herkes seferber oldu, herkes işin bir ucundan tuttu.

Geçen gün bir arkadaşımın kızı bana bir video gönderdi. Genç bir kadın kucağında senin Eşekli Kütüphaneci’ler, bir çilek tarlasına giriyor. Tarlada çalışan kadınlarla sohbet ediyor, ardından da onlara yanında getirdiği kitapları veriyor. Benzer bir video daha. İzlerken, “Allah Allah, yüzü de bir yerden tanıdık geliyor!” diye düşündüm. Dağıttığı kitap; Eşekli Kütüphaneci. Mustafa Güzelgöz’ün yıllar önce yaptığını, öyküsünü anlattığın kitabınla yapıyor. Neyse, arkadaşımı aradım konuştuk. Bu videoları görünce, onunla mesajlaşıp tanışmış. Beni tanıdığını öylemiş. Çok şaşırmış, çok sevinmiş. “Bir isteğim yok, tek isteğim oradaki insanlar kitap okusunlar.” demiş. Kendi kendine bu işi organize etmiş, kitap alıp dağıtıyor.

Okumaya devam et

Anı Biriktirmek

İstanbul, 11 Ekim 2022

Sevgili Babam,

Geçen hafta haberlerde gördüm. Kanadalı bir aile, 4 çocukları var. Bundan iki yıl önce, büyük kızlarında bir terslik olduğunu fark ediyorlar. Çocuk özellikle gece duvarlara çarparak yürüyor, elinden oyuncaklarını düşürüyor. Önce gece körlüğü diye düşünüyorlar. Araştırmalar sonucu “dejeneratif bir retina hastalığı” olduğu anlaşılıyor. Bu durum diğer iki kardeşte de ortaya çıkıyor. Kardeşlerden biri ise kurtarıyor. Çok ender görülen bir durum. Çocuklar yavaş yavaş görme yetilerini yitiriyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam 30lu yaşlarda tamamen yitirecekler. Anne baba için kötü bir durum tabii. Tamamen bitmeden çocuklarının görsel anılar biriktirmelerine karar veriyorlar. Gezebildikleri kadar gezecekler. Bir filin resmine bakmak yerine file dokunabilmek, bir gün güneşin doğuşunu hep birlikte izlemek.

Bu olayın başlangıcı aşağı yukarı pandeminin başları. Kanada hükumeti sınırlarını ilk kapatan ülke. Hayalleri bir süre suya düşüyor. Sınırlar açılır açılmaz uygulamaya geçiyorlar. Türkiye’ye gelmişler; İstanbul, Kapadokya geziyorlar. Çocuklardan birinin doğum gününü Kapadokya’da gün doğumunda balonda kutluyorlar. Ve o delikanlı “Bunu hiç unutmayacağım! Güneşin doğuşunu gördüm.” diyor. Bu haberi televizyonda görünce çok etkilendim. Her tarafından beni etkiledi, içine aldı.

Anı biriktirmek, ama “Görsel anı” biriktirmek…

Okumaya devam et

Mektup

Ören, 15 Haziran 2022

Sevgili Babam,

En iyisi, ben gene mektup yazmaya geri döneyim. Mektuplarımı okudukça “Neler neler anlatıyorsun? Ne güzel anlatıyorsun.” derdin ya. Artık kimse kimseye mektup yazmıyor. Bir yere gidince kart atmayı sürdürüyoruz ama bu hastalıktan sebep bir yere de gidemiyoruz ki. Geçenlerde sana yazdığım eski mektupları buldum, ama neler anlatmışım. Neleri dertlenmişim diye, bazılarına çok güldüm. Bazılarını hatırlayınca da ne yalan söyleyeyim, yine hüzünlendim.

Mektuplarda kendimden havadisler vermişim. Öğrenciyken yazdıklarımda okul, dersler, para durumum, daha sonra yazdıklarımda bolca Taylan, sıkıntılı dönemlerimde sıkıntılarım, eşten dosttan haberler, anlatmışım da anlatmışım. Hadi şimdi gene anlatmaya başlayayım. Bu yaşa gelince artık “Sağlığımız yerinde çok şükür!” deyip geçmişte dertlendiklerimizi sorun etmiyoruz. Ancak ülkece yaşadıklarımız, sanki geçmişte yaşananların tekrarı gibi geliyor. Geçen hafta bir televizyon yayınında katılımcılardan birinin söylediği bir şey aklıma seninle yaşadığımız bir olayı getirdi. Paramız değerini iyice yitirdi, her şeye o kadar zam geldi ki, insanlar artık nereden nasıl kısacaklarını bilemez haldeler. İşte o programda konuşmacı, “Levent’te, plazaların orda, yol kenarında, yol boyunca o kadar çok yürüyen insan görüyorum ki, artık insanlar yol parasından tasarruf etmek için yolun bir kısmını yürüyorlar!” Bunu duyunca göğsüme geldi, bir taş oturdu sanki.

Okumaya devam et

Eşekli 2021

Yıllar önce, babam bir arkadaşından Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün öyküsünü dinlemiş. Hemen kağıdı kalemi çıkarmış, başlamış küçük küçük notlar almaya. Babam sormuş, arkadaşı anlatmış. Bunları bana bir mektupta büyük bir heyecanla anlatmıştı. Bir süre sonra Türkiye’ye geldiğinde Ürgüp’e gidip Mustafa Amca’nın konuğu oldu. Onun öyküsünü bir de onun ağzından dinledi. Onun eşeğiyle dolaştığı yerleri kendi gözüyle gördü. Birlikte çok güzel zaman geçirdiler.

Almanya’ya döndü. Yeni notlar, ses kayıtları,resimler toparlandı, roman yazıldı. Düzeltildi, yeniden yazıldı. Artık son okumalar, kafaya takılan sorular, sorulacak nereye eklenecek, hepsi beyaz bir zarfın içinde.

O zarfı ben Essen’de hastane odasında gördüm. Hastaneye yatışına karar verildiğinde dosyayı da yanına almış. Ama nerede? Biz yanına vardıktan birkaç gün sonra, “O zarf sana emanet. Her şey içinde. Notları toparla, eksikleri tamamla. Temize çekip yayın evine verirsin..” dedi. Durumunun farkındaydı tabii.

Okumaya devam et

Aşı Savaşları ve Hasretlik

Covid hastalığıyla hemhal olalı bir yılı geçti. Geçen yıl bu zamanlar, “Bu iş bir yıldan da uzun sürecek!” dediklerinde hepimiz irkiliyorduk. Bir an önce bitsin gitsin diyorduk. Bu işi bilenler haklı çıktı, biz hâlâ evlerdeyiz. 

Hastalık dünyaya yayıldı, ardından ilaç ve aşı çalışmaları başladığını duyduk. Yeni yeni sözcükler öğrendik. Ama çok öncelerden bildiğimiz bir sözcük var ki; onun anlamı yüreğimize, beynimize iyice kazındı: “Hasretlik.” Aynı şehirde oturan evlatlar ana babalarına, kardeşler birbirlerine, eşe dosta uzak kaldı. Ayrı şehirlerde, ülkelerde yaşayanların alışkın olduğu bu duygu, herkesi sardı.  Maskelerin ardında, birbirine uzak sohbetler başladı, görüntülü sohbetler yaşamımıza girdi. 

Zamanla dünyadan aşı haberleri ardı ardına gelmeye başladı. Çin bir aşı yaptı, ardından Almanya’da yaşayan iki Türk bilim insanının buluşu göğsümüzü kabarttı. Sonrasında da tüm dünyada bir aşı savaşı başladı. Varsıl ülkeler tam anlamıyla, parayı bastırıp aşıyı aldı, vatandaşlarını aşıladı. Parası olmayanlar yine yaya kaldı. Yoksul ülkelere yardım için kurulmuş olan Covax, işlevini yapamadı. Avrupa Birliği ülkeleri ortaya bir “Aşı Pasaportu” terimi attı. Çin’in yaptığı aşıyı bunun dışında saydı. Avrupa Birliği dışında kalan ülkeler de aşı olmayanlara seyahat yasağı koydu. 

Bu noktada benim de aklıma babam geldi. Eğer hayatta olsaydı bu süreci nasıl geçirirdi?

Okumaya devam et