“Dünyaya ne zaman geldim? Anam, ‘Arpalar yolunurken…’ derdi. Yılı belli, 1929. Hangi ay, hangi gün? İnsanlar doğum günlerini kendisi yazmaz. Ana babası söyler. Anası, babası okuma yazma bilmiyorsa doğumu çeşitli olaylarla ilişkilendirirler.”
O yıllarda gün ay ayrıntılı tarih çok da önemli değil. Ancak yıllar sonra Almanya’ya gidince, resmî formlarda doğum günü sorusunu, yılını yazıp geçiyor. “Yok!” diyor, “Bilmiyorum” diyor, inanmıyorlar. “Hiç doğum günsüz insan olur mu?” Biraz da kızıyorlar. Çünkü doldurulan belgeye doğum günü ayıyla, yılıyla tam yazılmadı mı, bilgisayar işlemiyor, hata veriyor. Karar çıkarıyorlar, doğum günsüz Türklerin hepsi 1 Ocak doğumlu kabul edilecek. Bu kez itiraz sırası onda: “Hayır, karlı buzlu ocak ayında değil, 1929 yılının haziran sıcaklarında, arpalar yolunurken, Akçaköy’ün yüksek gökleri altında açtım gözlerimi dünyaya. Doğuran yalan mı söyleyecek? Anam öyle söyledi. O zaman ikinci olasılık, 15 Haziran 1929.” Artık biz de onu kabul ettik.
1999 yılında, 15 Haziran günü çoluk çocuk toplandık. Birkaç eş dost, hep birlikte doğum gününü kutladık. Yılanların Öcü’nün ilk baskısının kapağını, doğum günü pastası yaptırdık. Görünce çok şaşırdı, “Pasta bile olsa kesemem ki!” dedi. O, son doğum günü oldu.
Yaşasaydı bu yıl 90 olacaktı. 90 yaşındaki Fakir Baykurt nasıl olurdu? Eminim, yine sabahın altısında kalkar, okumaya çalışmaya başlardı. Romanların, öykülerin sayısı artardı. Yine ülke sorunlarına duyarlı yaşardı. Kendini, “Dikenlerin arasından çıkıp gelmiş bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıkta bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim.” diye anlatıyordu. Ama yazdıklarıyla, yaptıklarıyla o dikenleri yeşertmişti. Bugün bizlere düşen o yeşillikleri soldurmamak, çoğaltmak. Çok yaşa Fakir Baykurt! İyi ki doğdun babamız… Doğum günün kutlu olsun…
Aydınlık içinde uyusun büyük yazarımız, canımız, sevgili Fakir Baykurt’umuz…
Onu çok özlüyoruz…
Hep anıyoruz…
Anacağız…
Senar- Selçuk- Burak Ülger