İstanbul, 11 Ekim 2022
Sevgili Babam,
Geçen hafta haberlerde gördüm. Kanadalı bir aile, 4 çocukları var. Bundan iki yıl önce, büyük kızlarında bir terslik olduğunu fark ediyorlar. Çocuk özellikle gece duvarlara çarparak yürüyor, elinden oyuncaklarını düşürüyor. Önce gece körlüğü diye düşünüyorlar. Araştırmalar sonucu “dejeneratif bir retina hastalığı” olduğu anlaşılıyor. Bu durum diğer iki kardeşte de ortaya çıkıyor. Kardeşlerden biri ise kurtarıyor. Çok ender görülen bir durum. Çocuklar yavaş yavaş görme yetilerini yitiriyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam 30lu yaşlarda tamamen yitirecekler. Anne baba için kötü bir durum tabii. Tamamen bitmeden çocuklarının görsel anılar biriktirmelerine karar veriyorlar. Gezebildikleri kadar gezecekler. Bir filin resmine bakmak yerine file dokunabilmek, bir gün güneşin doğuşunu hep birlikte izlemek.
Bu olayın başlangıcı aşağı yukarı pandeminin başları. Kanada hükumeti sınırlarını ilk kapatan ülke. Hayalleri bir süre suya düşüyor. Sınırlar açılır açılmaz uygulamaya geçiyorlar. Türkiye’ye gelmişler; İstanbul, Kapadokya geziyorlar. Çocuklardan birinin doğum gününü Kapadokya’da gün doğumunda balonda kutluyorlar. Ve o delikanlı “Bunu hiç unutmayacağım! Güneşin doğuşunu gördüm.” diyor. Bu haberi televizyonda görünce çok etkilendim. Her tarafından beni etkiledi, içine aldı.
Anı biriktirmek, ama “Görsel anı” biriktirmek…
Önce kendimi düşündüm. Çeşitli toplantılara, okullara çağrılıyorum. Seni anlatmamı istiyorlar, “Unutamadığınız anınız” diyorlar. Önceleri çok utanıyordum, onlar bizim aramızda, nasıl anlatırım. Artık iyice alıştım demek, neler anlatıyorum. Bazılarını kendime saklıyordum ama birini gecen yıl “Nilüfer Belediyesi Yılın Yazarı Kapanış Toplantısı”nda anlattım. O herkese dokundu ama…Şimdi anlatıp seni de üzmeyeyim. Bunları anlatırken yalnızca anlatıyorum. O An’ın resimleri bende, onu nasıl anlatayım? Bak aklıma ne geldi?
Bu yaz Edremit Kitap Fuarı’na çağrıldık. Ben, Su Apaydın, Öner Yağcı. Pandemi sürecinde hiç yüz yüze toplantı yapılmadı. Hep ekran başında, boşluğa konuşur gibi. Sen de sevmezdim eminim. Katılır mıydın, bilmiyorum. Sahneye çıktık oturduk. Aman ne kalabalık… Önce ellerimi nereye koyacağımı bilemedim, neyse çabuk geçti. Oradan buradan, anlatmaya başladım. Ortaokulda Elişi Dersi’nde kitap ciltliyorduk. O cilt tahtasına sabitlenmiş şeritlerin adının “Şiraze” olduğunu, “Şirazesi kaymış” deyiminin anlamını senden öğrendiğimi anlattım. Ama bozduğum işi düzeltirken, dilini nasıl ısırdığını anlatamadım…
25 sokaktaki evde, huysuz ev sahibimiz Naime Hanım’ın şikayetlerini işitmemek için annemizin biz üç kardeşi toparlayıp ya Atlıspor’a atların çalışmasını izlemeye ya da o zaman boş olan Milli Kütüphane arsasına piknik yapmaya götürmesini anlatırım da… O atları izlerken hepimizin mutluluğunu, orada yediğimiz peynir ekmeğin tadını anlatabilir miyim?
Özetle, aralarında o zamanlar için “kötü” diyeceğimiz anılarımız olsa da, iyiler güzeller hep önde, hep üstte. Kötüleri ara sıra çıkarıp tozunu alıp havalandırıp yine yerlerine koyuyorum.
Kanadalı aileden nerelere geldim? Çok fazla birlikte olamıyoruz diye üzüldüğüm yıllardan sonra bak sen gideli kaç yıl oldu, anlatmayı bitiremedim. Demek biz de fena biriktirmemişiz. Bu işe Taylan ne der acaba? 35 yaşına geldi, 12 yıldır uzaklarda, yaşamının üçte biri. Söyle bir düşündüm de, eminim onun da anlatacağı güzel öyküleri vardır.
Artık saymayı bıraktım, uzun yıllar oldu. Cumartesi günü Burdur’dan selam gönderdiler, bugün de İzmir’den selam göndereceğiz. Böyle böyle yıllar geçecek. Ah babam, benim iyim, sevgiyle…
Işık