Biz ortaokuldayken “İş Bilgisi” diye bir ders vardı. O derste, kitap ciltlemeyi öğreniyorduk. Babam gördü, bir yerini beğenmemiş, düzeltti, bana da anlattı. Çok da güzel oldu. “Allah Allah, nerden biliyor?” dedim. Köy Enstitüsü’nde öğrenmişler, zamanında kendi kitaplarını korumak için çok ciltlemiş, öğrencilerine öğretmiş anlattı.
Yıllar sonra liseyi bitirdim, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ni kazandım. Kayıt yaptırmaya birlikte gittik. Bolu Dağları’ndan geçerken sağa sola bakıp bana ağaçların adlarını söylüyordu. Ben de hayretle onu dinliyordum. Kaydı yaptırdık, sonra okulu gidip gördük. Orada başka ağaçlar gördük. Onların adını, üretimlerini öğrendi. Notlar aldı. Ankara’ya döndük, anneme anlattım. Annem dinledi dinledi, “Aaa, bir de baban çok güzel aşı yapar!” dedi. Hay Allah, “Aşı nerden çıktı?” dedim. Anlattı, Kavacık’ta okulun bahçesine meyve ağaçları dikmiş, armutlara bir aşı yapmış nasıl olmuş, elmalara bir aşı yapmış, nasıl güzel elmalarmış. O zamanlardan kulağımda yüreğimde yer etti: babam ve ağaçlar. Bilginin ötesinde başka bir şey dedim. O kadar okudum, okulu bitirdim, koşullar gereği mesleğimi yapamadım. Belki o yüzden yerimde saydım, babamın bildiğini bilmezdim. Yine o Köy Enstitüleri’nde öğrendikleri demek diyordum.
Sonra bir gün, yazlık evimizin balkonunda annem, Mehmet Özgüçlü konuşuyorlardı. Söz geldi, “Balkonun önüne çam ağacı dikelim.”, “Olur mu?”, “Neden olmasın?”, “Nerden alacağız?”, “Ne var canım, gider Orman İşletmesi’nden alırız.” Gittiler aldılar. Arka balkonun altına üç tane çam ağacı diktiler. Ama özel bir tören sanki. Çukurlar kazıldı, fidanlar yerleştirildi, çevrelerinde sitenin çocukları, hep birlikte can suları verildi. Can suyu ne demektir, anlatıldı. Ağaçlar büyüdükçe, site içi savaşlara dahil oldu, “Manzaramızı kapatıyorlar” diye budanıp kuşa döndürüldü. Şimdi biri kurudu, ikisi çam demeye bin tanık ister, kavak gibi uzadı, rüzgarda sallanıyor. Fazla dayanmaz, onlar da gider.
Ören’de geçirdiği son yaz’da yine onların topraklarını kabarttı. Sularını verdi. Sanki onlarla vedalaştı. Zaten hastaydı, Almanya’ya varınca da hastaneye yattı. Tonguç orda, işler ciddileşince annem de gitti. Annem her gece 10’a kadar babamın yanında kalıyor, sonra trenle eve geliyor, Sönmezle sırayla arayıp durumunu öğreniyorduk. Annem her konuşmamızda, “Hava çok güzeldi, öğleden sonra tekerlekli iskemleyle dışarı çıkardım, bahçede bir ağaç var, onun altına götürdüm, orda dinlendi” diye anlatıyordu. Sonra Tonguçla konuşuyoruz, “Babamı sabahtan tekerlekli iskemleyle dolaşmaya çıkardım, bahçede bir ağaç var, ille oraya gidelim dedi, ağaca dokuna dokuna birlikte sohbet ettik” diyordu. Ağacın yanına gidince önce gözlerini kapayıp derin bir nefes alıyormuş. Sonra sohbete başlıyormuş.
Durum iyice kötüleyince bu kez Sönmez’le ikimiz gittik. Doktorunun gönderdiği raporla bir günde vize alıp, inşallah yetişebiliriz diye dualar ederek yolculuğu bitirdik. Yetiştik. Sohbetlerimiz artık odadaydı. Sonra ne yazık ki gidip o ağacı görmedim. Yıllar sonra, geçenlerde Tonguç bana bu ağacı yeniden hatırlattı. “Sanki o ağaçtan kuvvet alıyordu.” dedi. Kimbilir? O gün sordum, “O ağaç, ne ağacıydı?” Tonguç’un yanıtı, “Ben sana çizerim” oldu.
Tüm yaşamı boyunca ağaçlarla, doğayla, çocuklarla sürekli ilişki içinde olmuş bir insan olan babamızı, doğa katliamlarının bu kadar arttığı, her gün bir çevre sorununun konuşulduğu bugünlerde, 20 yıldır artan özlemimizle anıyoruz.