Babamın ardından da bir dolu yazı yazdım. Babamı anlatmamı istediler, kendimce anlattım. Annemin ölümünün ardından sıcağı sıcağına hissettiklerimi instagram’a, twitter’a yazdım. Orada kalacak sandım. Bir yerden yazı istediler, çok tazeydi, o gücü kendimde bulamadım, “Yazamam, siz yazın” dedim. Nazım Bey, arayıp Öğretmen Dünyası için yazı isteyince nasıl oldu anlamadım,”Olur!” deyiverdim, ben de şaşırdım. Ama bir türlü başlayamadım.
Annemle yaşamımız, ilişkimiz hep yoğundu. Babam evin görünen yüzü, çalışan, eve para getiren kişisi, annem de içişleri bakanı, evin idare amiri. Babanın yaşamından, yazmasından da o sorumlu, çocukların sağlığı, eğitiminden de, evin idaresinden de. Ben de evin ablası, annemin yardımcısı. Çünkü yaşları birbirine yakın üç kardeştik. Hep anımsadığım, babam çalışır, babam okur, babam teftişe gider, babam roman yazmaya gider, babam sendikadadır. Annem evde bizimledir. Babam evde çalışıyorsa, uyuyorsa sessizliği sağlayandır. Telefonlara bakıp, “Fakir çalışıyor, Fakir uyuyor.” diyendir. Üstelik bu konuda tepki aldığını bile bile. Bizimle ilgili bir karar verilecekse, son sözü söyleyendir. Kaytarmak için babama giderdik, o da hemen “Muzaffer Hanım ne diyor? Ona söylediniz mi?” derdi.
Babasını küçük yaşta kaybetmiş. Teyzemle birlikte Aksu Köy Enstitüsü’nde okurlarken anneannem Emine Hanım’ın da orada küçük bir görevi varmış. Teyzem okulu bitirmiş, hep birlikte Aksu’dan ayrılmışlar. Annem kalmayı çok istemiş, okumayı çok istemiş, öğretmenleri de kalsın çok istemiş. Hatta Eğitimbaşı Remzi Arifoğlu, “Velisi ben olacağım, bırakın kalsın okusun” demiş. Anneannem bırakmamış, almış okuldan. Keşke kalsaymış, keşke okusaymış… Hep içinde kalmıştı annemin…
Teyzemlerin yanında babamla tanışmış, evlenmişler. 17 yaşında falan. Evlendikten çok kısa bir süre sonra evleri jandarma tarafından basılmış. Babamın gerçekleriyle, daha doğrusu hayatın gerçekleriyle de böylece tanışmış olmuş. Sonra bunların ardı arkası kesilmedi tabii. Soruşturma, o zamanki adıyla “Tahkikat” “Bakanlık Emri” evde sık duyduğumuz sözcüklerdi. 12 Eylül’ün ardından benim kısa süren tutukluluk günlerimde hemen Türkiye’ye gelmiş, beni görmek için tüm kapıları zorlamıştı. O zamanlar Beştepe’de bulunan o günkü adıyla,”İki Yıllık Eğitim Enstitüsü” kadın tutukevine dönüştürülmüştü. Geleceği saati bilirdim, görüş günleri koğuşun penceresinde beklerdim. İsrail Evleri’nin köşesinden döner, hep aynı yerde çıkarır sigarasını yakar, yavaş yavaş o yokuşu çıkardı.
50 yaşından sonra gurbetçi oldular, kendilerine Almanya’da yeni bir yaşam kurdular. Kısa süreli düşünülen bu süreç, koşullar gereği uzadı. Annem gelip gitti ama babam kaldı. Araya hastalıklar, acılar, ayrılıklar girdi. Üç yıl önce yüreği pes etti, o pes etmedi. Ameliyat kapısında kaygıyla bekledik, çıktı. Ama o yaştan sonra başkalarının, doktor bile olsa dedikleri, ona kabul edilemez geldi. Yavaşla dendi, yeme dendi, yapma dendi. Bildiğinden, yaptığından, istediğinden vazgeçmedi. Yavaşlamayı kendine yediremedi. Son adımını da gitmek için attı.. Bir gün öncesi, “Kendi kendine kalkma, lütfen seslen!” dediğimiz halde dinlemedi, kalktı ve adımını ölüme attı.
İnsanların adlarının kaderlerini taşıdığını düşünürüm. Aslında hep kendi düşündüğünü yapmış, vazgeçmemiş biriydi. Belki de yıllar önce okulda kalmak için çıkaramadığı sesini, yaşamının diğer bölümünde çıkarmak için söz vermişti. Kendi “Tamam!” ve gitti.
Ölümünü duyurmak için sosyal medyaya şu satırları yazmıştım. Sıcağı sıcağına hissettiklerim böyleydi…
Annemiz Muzaffer…
Hiç istemedi gitmek… Konu olduğunda, “Muzaf” dedim, “Bu dünyada en uzun yaşayan 125 yaşında öldü.” Çok kızdı bana…
Ama herhalde artık yoruldu, Cumartesi sabahı kendi kendine ayağa kalktı, adımı yetmedi, yüreği yetmedi, gücü yetmedi…düştü… Yatakta ölmek istemedi, kimbilir…
Adı Muzaffer…Kendince her savaştan galip çıktı… Hep kuyruğu dük tuttu. Hep, “İyiyim, iyi olmak mecburiyetindeyim” dedi. Bize hasta oldu, bize inledi, başkalarının önende kıvrak kıvrak yürüdü. Gözlerinin görmediğini kimse bilmedi. Ayaklarının gördüğü yollarda yürüdü…
Babamızı çok sevdi..Zaman zaman kızsa da çok sevdi.. Bu sabah da yürüdü,onun yanına gitti…
Adı Muzaffer…Burada bitti…gitti…
Yorulan yüreği artık yattığı yerde dinlensin… Sevgiyle…
Işık Baykurt
Kaynakça:
- Işık Baykurt, Öğretmen Dünyası, Yıl: 39 Sayı: 464 Sayfa: 54, Ağustos 2018
Işık Hanım, Işık Abla,
Hanì kelimeler insanın boğazına düğümlenirde, hiçbir ses tonu çıkaramaz. Aslında O, sessiz bir çığlık ve haykırıştır benliğimizde.
Ben Tahir amcayla tanıştığımda
4 veya 5 yaşımdaydım. Babam Ahmet Ermiş, konuşuyorlardı çocuk halimde hissettim. Acil bir durum için çözüm buldular. O ivediliğin içinde beni sevdi bende Onu. Sonra uçar gibi gitti. Babama birdaha ne zaman gelecek? Dedim. Yakında! Dedi. Hep bekledim.
1977 de 9 yaşımı bitirdim. Babam vefat etti. 11 yaşımda annemde gidince. Hayat mücadelesi başladı.
29 yıldır Avusturyada büyük bir şirkette (Kika-Leiner) bölüm şefi görevini tek Türk olarak yaptım.
Şimdi beklemenin değil. Arayıp bulma zamanı, dedim kendime.
Bu sebepten dolayı bir yanlışım, kâbahatim varsa lütfen affedin.
Teşekkürler ve saygılarımla.
Sönmez Ermiş
Viyana- Gerasdorf